Döndükten 3 gün sonra da olsa sonunda bilgisayar başına geçip Fransa Günlükleri serimin 1. part'ını yazmaya cesaret edebildim. Çünkü biliyorum ki yazdıkça uzayacak ve sonu gelmeyecek. Artık başınızı biraz ağrıtabilirim ama bence bu pembiş sıçan prensesiniz değer! :) (Eğer bir gün ölürsem, ki kesin öleceğim hangimiz İsrafil'in sura üflemesine yardım edecek ki, mezar taşıma "Fazla egoya kalbi dayanmadı dersiniz.)
Giriş bölümünü yine saçma salak şeylerle doldurduktan sonra tur detaylarına girmeye başlıyorum, hadi hayırlısı.
Öncelikle oturduğumuz şehirden gecenin dördünde İzmir Adnan Menderes Havalimanı'na geçtik. Uçağımız saat altı yirmideydi ama yine de 2 saat öncesinden havalimanında hazır ola geçtik. Zaten 18 yaşıma gelmişim ama hayatımda ilk defa uçağa bineceğim. Bu da ayrı bir utanç duygusu ama fazla detaya girip hatırlamak istemiyorum. (Bir Miss Piggy olarak dört günde dört kez uçarak Pegasus Hava Yolları'nda adımı altın harflerle yazdırmışım zaten.
İzmir-İstanbul arası yaklaşık 50 dakika sürdü ama ÖLDÜM ÖLDÜM DİRİLDİM! İki kanatlı, iki ayaklı uçan bir metal yığınından bu kadar korkacağım asla aklıma gelmezdi. Ayaklarım yere bastığımda utanmasam yeri öpecektim. Sabiha Gökçen'e girdiğim gibi hemen eczaneye girdim ve iki kutu bulantı hapı aldım. Zaten 50 dakikalık ölüm uçuşunda bana iyi gelen tek şey çektiğim bulut fotoğrafları sanırım.
Diğer uçağın saati hemen gelmesin diye dua ederken bir baktım ki pasaport sırasındayız ve havalimanın dış hatlar bölümüne geçmişiz!
Piggy ŞOK!
Piggy VEFAT!
Piggy İPTAL!
Setur Free Shop'u görünce biraz kendimi geldim desem yalan olmaz ama benim kayış Victoria Secret mağazasını görünce koptu. Aman Tanrım deyip bir koşturuşum var ki gören bu kız iki saattir mide bulantısından ölüyor demez. Zaten mağazaya girer girmez peşime takılan güvenlik görevlisi yüzünden çıkmam bir oldu. Resmen kovuldum. Daha oradaki leopar desenli kenarı dantelli kilotların fiyatına bile bakamamıştım. Zaten baksaydım bile anında kalp krizi geçireceğime şüphem yok çünkü kuş gagası kadar poğaçaya 4 TL bayıldık! Havalimanlarında insanları kazıklama merakını bir türlü anlayamadım. Zaten müşterin bilmem kaç saat havada bulutları üstünde, metal bir kutunun içinde yolculuk yapmış, nevri dönmüş, şaftı kaymış. Sen gelmiş kuş kadar simit için 7,5 TL diyorsun. Ayıp, yazık, günah değil mi? Senin çoluğuna çocuğuna böyle yapsalar hoşuna gider mi büfeci kardeş!?
Uçak saati geldiğinde İstanbul, Sabiha Gökçen'le Paris Orly Havalimanı arası 3,5 saatti. Zaten ilaç beni baya bi' uyuttuğu için uçak Boğaz Köprüsü'nü geçmeden ben rüyalar köprüsünü çoktan geçmiştim.
Orly'e inmeye yakın annemin beni hafifçe(!) sarsmasıyla uyandım. İndiğimiz gibi de bizi tur rehberimiz karşıladı. Aşırı tatlı bir bayandı. Tam anneannemle annemin yaşı arasında eve biblo niyetine koymalık, kafasında çiçekli hasır şapkası olan İngiliz filmlerinde şehir dışındaki villalarda yaşayan elit kesimdeki teyzoşlara benziyordu. Zaten kadın beni ilk bakışta baya bi' sevmiş olacak ki herkese birer şeker verirken bana üçer tane verdi. (Yürürken etrafa saçtığım prenses tozlarım sonunda yavaştan belli oldu.)
İlk gün vardığımızda saat zaten 4 olduğu için otobüsle şehir merkezini gezip rehber teyzoşumuz tarafından kısaca bilgilendirildik. Birde Eyfel Kulesi'nin orada durup Eyfel'i elimizle tutuyormuşcasına özenli(!) bir poz verip kameralara sahtecikten sırıttık.
Eyfel'den sonra Louvre Müzesi'ni dıştan gördük. Allah'ım ne muhteşem bir yapı. Ertesi gün içini gezmeye gittik, o kısım komple ayrı bir macera, yarınki postta yazacağım onu da. O yüzden beklemede kalın sevgili okurlar.
Louvre'nin ihtişamından kör olan gözlerimle görebildiğim kadar Concorde Meydanı'ndaydık.
Gün ışığında ortadaki sibek gibi anıttan ve iki çeşmesinden başka bir şeye benzemese de gün batımında muhteşem!
Aşık olmamak elde değil! :)
En sonunda rehber eşliğinde Zafer Anıtı'nı gezdik. Dört temel taştan, üstü kubbe şeklinde güzel bir yapı. Ortasındaysa 1. Dünya Savaşı'ndan beri sönmeyen ateş var. Yaklaşık 100 yıldır hiç sönmeyen ateş geçen senelerde bir turistin üzerine işemesiyle sönmüş! Eğer bu turist Türk değilse bende Arap olayım! :)
ps: Tur otobüsünün içinde çektiğim için bu güzelim fotoğrafın ortasında dolaşan yeşilimsi logo yüzünden hepinizden özür dilerim sevgili Piggyseverler!
Kısaca Paris merkez turu böylece bitti, otele doğru yollandık. Bizim otelimiz diğerine göre biraz şehir dışındaydı. Paris zaten 20 bölgeden oluştuğu için gökdelenleri ve büyük iş merkezlerini Paris'in silüetini bozmamak için şehir dışına yapmışlar. Zaten şehirdeki tüm binalar (Yoksa apartman mı desem?!) 1800'lü yıllardan kalma. Dışı tümden camlı, modern bina bulmak oldukça zor ama Paris'i Paris yapan da bu barok mimari özelliği taşıyan binaları. Zaten yürürken kafanızı kaldırıp binalarına mı hayran kalacaksınız yoksa önünüzdeki mağazalara mı bakacaksınız, insan elinde olmadan ikileme düşüyor.
Piggy'ye göre: "Paris aşkın başkenti." derler ya hep; bence bu durum binalardan ve ıhlamur ağaçlarından kaynaklanan mistik ortamın romantik ortak bir sonucu. Ve eğer bu gidişle kendime uygun bir eş bulabilirsem balayımız için düşüneceğim yerlerin başında burası geliyor! :)
Gezimizin akşam saatlerinden bahsedecek olursam yemek için otelimizin bulunduğu La Defense Bölgesi'ndeki Burger House'a gittik. Babamın bu konuda titizliği olduğu için girdiğimiz gibi hangi et kullanıldığını sorduk. Adam bize helal kesim deyince menünün yarısını sipariş edip aç kurtlar gibi saldırdık. Üstelik fiyatlar aşırı uygun ve tat ise Burger King'in aynısı. Aslında aynı uzaklıkta ters mesafede Mc Donalds'da vardı ama yine de helal kesim deyince akan sular durdu. Çünkü Paris dahil bir çok yabancı şehirde helal kesim et bulmak çok zor. Pizzalarda bile domuz eti kullanılıyor. Menüden bakıp yemek sipariş ederken mutlaka etin türünü sorun da yiyin!
Saatlerin açlığı sonrası tıka basa yedikten bir tramvay bir de metro değiştirerek o meşhur Champs-Elysees Caddesi'ne gittik. Fakat akşam 8 gibi gittiğimiz için dükkanların çoğu kapanmak üzereydi.
Piggy'den işinize çok yarayacak bir not: Champs-Elysees Caddesi'nde bir çok mağaza akşam saat 8'de kapanıyor. Alışveriş yapmak isteyenler aman dikkat, lütfen erken gidin, bizim gibi mağdur olmayın.
Zaten önünüzden vız vız geçen Ferrariler'den ve o dünya tatlısı Smart'lardan gözünüzü alamıyorsunuz ki dükkanlara bakın. Birde üstüne üstlük Louis Viutton gibi mağazalarda sadece 10 kişiyi (tabiki daha önceden rezervasyon varsa!) üstlerini arayarak alıyorlar, sonra kapıları kapatıyorlar. Sizde dışarıda kendinizi vitrinden çantalara ve fularlara yalanarak bakarken gördüğünüzde hayatın hiç adil olmadığının farkına varıyorsunuz. Birde Aberchrombie mağazasına da aynı şekilde daha önceden rezervasyon yaptırıp da girebilirsiniz ama içerisi ŞA-HA-NE! Biskolata erkeklerine taş çıkartacak yakışıklılıkta oğlanlar ve Victoria Secret meleklerini aratmayacak güzellikte manken gibi kızlar size ikram eşliğinde alışveriş imkanı sunuyor. Üstelik mekanın teması da disko! Ben göremedim ama siz görmeden gitmeyin! :(
Piggy'den not: Zaten her mağazanın başında izbandut gibi bekleyen zenci korumalar varken girip rahatça dolaşmanız pek de mümkün olmuyor benden söylemesi! :/
Bunlar dışında benim en çok ilgimi çeken mağaza da tabiki de DİSNEY! İçinin dekoru ve oyuncaklar beni resmen bitirdi! Mutlaka gidilmeli, görülmeli, torbaları doldurmalı diyor ve bu postu da bitiriyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder